Bu Blogda Ara

23 Aralık 2017 Cumartesi

16) Tebrik Ederim

Tebrik ederim, yine siz kazandınız.

Rollerinizi yine çok iyi oynadınız. İsimlerinizi bilmiyorum, sürekli değiştiriyorsunuz. Yıllardır aynı oyunu oynuyorsunuz. Görüyorum büyüyorsunuz. Sözleriniz büyüyor, adımlarınız büyüyor, isimleriniz büyüyor.

Her şeyi öğreniyorsunuz.  Benim adımı da öğrendiniz mi? Eminim siz onu da biliyorsunuzdur. Kim bilmez figüranların isimlerini.

Siz şarkılar söylüyorsunuz ben diliyorum. Oysa ben artık şarkı... Aman neyse ne.

Her biriniz birer kitapsınız, başyapıt. Kusursuz yazılarsınız hepiniz, biliyorum çünkü kütüphanemdesiniz. Küçük kahverengi, imzalı bir dergi kadar değilsiniz.

Kalkıp gittiniz masamdan kiminiz. Sahi ya, siz kimdiniz.

Hepiniz uyuyorsunuz geceleri görüyorum. Ama ne büyük olay. Siz gecenin rengini nereden bilirsiniz.

Alıp götürdünüz geceyi de gündüzü de. Ne mutlu size. Bütün mutluluklar size. Bütün iyilikler güzellikler size. Ben neredeyim? Ben artık yokum. Beni de siz kazandınız.


Tebrik ederim, yine siz kazandınız. 

31 Temmuz 2017 Pazartesi

15) Bir Mutsuzun Hikayesi

müzik önerisi: Max Richter - On the Nature of Daylight

   Yeraltından yeryüzüne çıkan bir mutsuzun hikayesi...
   Düzeltiyorum, sonu daima bilinen hikayesi...


Her insanın yeraltında gizlediği bir odası vardır. Gündüz ışığını almaz, yalnızca geceleri aydınlıktır. Hep tütsü kokar, odun kokuları, baharat, biraz da çiçek. Çiçek kokulu hiçbir tütsü gerçeğine yakın kokmaz. Menekşe kokusu diye yakılır mesela, ya da yasemin kokusu. Çok da güzel kokar. Gerçeğinin kokusunu bilmiyorsanız, tütsüden güzeli bulunmaz. Ama gerçek bir yasemin çiçeğini elinize aldıysanız, şöyle bir kokladıysanız, hiçbir tütsü onun yerini tutmaz.

Yeraltı da böyledir işte. Yeryüzünün ışığı bir kez vurduysa yüzünüze, yeraltına dönemez olursunuz. Yeraltında gizli onca madeni bırakır, gün ışığına, gerçek çiçek kokularına, gece ortaya çıkan yıldızlara, kızıl gün batımına, mavi gökyüzüne yani kısacası, hayatın gerçekliğine dönersiniz.

Ben de öyle yaptım. Yeraltında saklandığım odamdan bir kez çıktım. En güzel çiçekleri kokladım, en kızıl gün batımlarını gördüm, en güzel sesleri en güzel şarkıları duydum, dört duvarımı kaldırdım, nefes aldım, yaşadım. En önemlisi de bu; yaşadım.

Ama yaşamak aynı zamanda da büyümekmiş, öğrendim. Koskocaman olmak, bir bulut kadar büyük, heybetli, özgür. Şehir şehir, ülke ülke dolaştım. Günün birinde bir mutsuzla tanıştım, yeraltından çıkıp yeryüzünde kaybolan bir mutsuzla. Eğer dedi, bir gün sen de kaybolursan yeryüzünde, benim hikayemi yaz.

Yazımın bundan sonrasını onun için yazıyorum. O ve diğer tüm mutsuzların anısına...

Onunla tanıştığımda, üstü başı kelimelere bulanmış bir haldeydi. İki kelimeyi bir araya getirip de silkeleyememiş üstünü. Uzun zamandır oradaymış, saklanmış. Önce 'Bir şey yok canım sadece yorgunum.' dedi ama Küçük Prens okuyan herkes bunun ne demek olduğunu bilir. Başlarda ne benim onu dinleyecek gücüm vardı ne de onun kendini anlatacak gücü. Ama hikaye bu ya, nereden geldiyse geldi o güç ikimize de. Önce onu yerinden doğrulttum, sonra neden sıktın öyle yumruğunu sımsıkı diye sordum. Dokunamam dedi, artık yeryüzündeki hiçbir şeye dokunamam, onları da kelimelere bulayamam. Ne var bunda ne olacak ki, dedim. Olmaz dedi, kelimeler mutsuzların parmak izidir. Onları öyle gelişigüzel her yere bulaştıramazsın. Yani dedim tüm bu kelimeler, eğer üstünden silersek... Silmeyeceğiz dedi, ne yapacağımızı sana sonra anlatacağım. Önce bana bir gün batımı bulmalısın. Bunu benden daha iyi yapabilecek biri yokmuş öyle söyledi, haklıydı. Onu en güzel gün batımına götürdüm. Bir bilemedin iki saat içinde kararacaktı hava, batacaktı güneş. Zamanımız kısaydı yani. Emindim artık, bana en büyük hayat derslerini verecekti, en bilinmez hikayeleri anlatacaktı. Öyle olmadı.

Çok uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra canıma tak etti artık ve sordum, madem beni buraya getirdin neden konuşmuyorsun?
Şşşt, dedi.
Bir açıklama yapman gerekmez mi, dedim.
Şşşşşt sessiz ol, dinliyorum, dedi.
Neyi dinliyorsun. dedim.
Sessizliği, dedi.
Bekledim bekledim bekledim ve sonunda konuştu: Artık senin de büyümenin zamanı geldi. Biliyorum çok zor büyüdüğünü kabullenmek. Tüm sesleri duyabilmek, tüm renkleri görebilmek, tüm kokuları koklamak hepsi çok güzeldi ama artık büyümelisin. Biliyorum sadece kalbini dinlemek çok daha kolaydı, kalbin seninle kalsın ona kulak vermeye devam et ama artık gerçekten büyümenin vakti geldi. Sorular sormayı, ayrıntılarda kaybolmayı, cevaplar bulmayı, anlamayı, anlamlandırmayı, güçlü olmaya çalışmayı, korumayı kollamayı bırak. Laciverti, açık maviyi, gök mavisini, gece mavisini, toz mavisini, turkuazı, deniz mavisini ayrı ayrı görmeyi bırak. Onların hepsi mavi. Sadece mavi. Bir tek sen ayırıyorsun onları birbirinden, ayırma, insanların gözünde hepsi mavi. Önüne bak, çünkü gece olduğunda bunların hiçbir önemi kalmayacak. Unutma, tüm renkler geceleri siyah görünür. Kitaplar oku, şarkılar dinle, rüzgarı hisset, sesleri duy; yani kısacası yaşa. Ah bak güneş de batmak üzere, zamanım daraldı gidiyorum ben dedi. Dur, dedim. Bu kadar mutsuzken nasıl bu kadar heveslisin tüm bunlara, yaşamaya?

Yaklaş dedi. Yaklaştım. Daha da yaklaş dedi iyice yaklaştım ve sadece benim duyabileceğim bir sesle dedi ki, 'Bazen hayatı yaşanabilir kılan şey bir gün öleceğimizi bilmektir.'

Ah, dedi. Az kalsın unutuyordum. Şu kelimeler, üstümdekiler. Bunları al. Bunların hepsini kullandığında sen de büyümüş olacaksın. Gitti.

Ben de o kelimelerin birkaçıyla bunları yazdım. Emekleyen bir bebeğin ilk kez ayağa kalkışı gibi.









27 Şubat 2016 Cumartesi

14) Korkular ve Değişim




      Değişim. Kurgusu nasıl da zor anlaşılır. Kaldırması da zor kavraması da. Ama değişiyorlar,değişiyoruz. Ki odasındaki kalemliğin yerinin değişmesini kaldıramayanlardanız, en çok biz korkuyoruz. Yolların uzamasından, zamanın kısalmasından, kelimelerin anlamını yitirmesinden. Ve kaybetmekten de. Kaybetmekten ne kadar korktuysak da o kadar kaybettik. Gözü kara olamadık. Olanlara karşı çıktık, karşı çıktığımız her şeyi çok sevdik. Oyunlar oynadık. Oyunlarımızda kahramandık. Masumları kurtardık, kurtardığımız masumlardan bile korkarken. Sorgulamadık hiç güçsüzlüğü, gücü. Güçsüzleştikçe daha çok sevdik. Çok sevdikçe de güçlendik. Çok sevdikçe daha da korktuk, kaybetmekten, hayır kazanmaktan. Evet kazanmaktan. Kötüler daima kazanır derler ya kötü olmaktan korktuk. Mutlu olmaktan bile korkar olduk. Mutluluğun alışkanlık olmasından, normal olmasından. Mutsuzluğun hayali bir canavarmış gibi yataklarımızın altında beklediğini hissetmekten korktuk, yorganların altına saklandık.


      İncinmekten korktuk. Hayır, incitmekten korktuk. İncitmekten korktukça kelimelerin arkasına saklandık. Kelimelerden korktuk bedenlerimize saklandık. Bedenlerden korktuk, içlerinde saklı olan sorulardan, sorgulardan. Bedenlerden, sorulardan, sorgulardan korktuk kitaplara, yazılara saklandık. Ama en çok da kendi yazdıklarımızdan korktuk, yani dünya üzerindeki en dürüst şeyden. En gerçek olandan. Kendimizden, kendi duygularımızdan, kendi bedenlerimizden korktuk. Bedenlerimizi kaybetmekten korktuk, ölümden korktuk en sonunda da. Ölmekten de korktuk sağ kalmaktan da. Biz hep sağ kaldık ama solumuzdakiler hep gittiler. Değişim.

13 Şubat 2016 Cumartesi

13) Rüyalarım


Rüyalarımda bulanık sokaklar görüyorum ve ıslak perşembeler. Haftanın başından çok uzak ama sonu da değil. Ortası bile değil. Islanmayı hak eden bir gün Perşembe. Sarı siyah sokaklar. Sıkı sıkı giyinen yabancılar. O kadar korkuyorlar ki soğuktan. Kazaklar üstüne paltolar. Kalın çoraplar üstüne uzun çizmeler. Oysa ‘ bu dünya soğuyacak, yıldızların arasında bir yıldız, hem de en ufacıklarından, mavi kadife bir yıldız zerresi yani, yani bu koskocaman dünyamız.’  Oysa hepsi bir gün buz gibi olacak. Kalplerine kadar soğuyacaklar. Hiçlikte kaybolup bir kar tanesi olacak üzerimize yağacaklar. Ondandır severim soğuğu da karı da. Her bir kar tanesinde bir kaybolanın sesi gizli. Üzerime yağdıkça duyabiliyorum hepsini sarı sokaklarım doluyor. Perşembelerim daha da ıslanıyor. Perşembelerim ıslandıkça ‘yıldızlara basarak yürüyorum’.

 Yere bakarak yürüyorum. Yıldızlara eğiliyorum. Çiçeğim hangisinde? Arıyorum. Bulamayınca daha da mutlu oluyorum. Ben bulamayınca tüm yıldızlar benim çiçeğimin evi oluyor, seviniyorum. Yıldızlara dönük uyuyorum orada olduğunu biliyorum. Uykuya dalıyorum, rüyalarımda bulanık sokaklar görüyorum ve ıslak perşembeler.

30 Eylül 2015 Çarşamba

12) Eski Notlar, Yeni Notlar ve Hiç Olmayanlar

Eline kalemini aldı ve bir şeyler karalamaya başladı. Tarih atmadı. O tarihler değil miydi zaten onu bu denli yazmaya iten ? O tarihlerde kırmamışlar mıydı elde ne var ne yoksa? Bu kadar gözü kara bu kadar cesurlar mıydı? Yoksa sadece korkmuşlar mıydı kaybetmekten, paylaşmaktan? Havalar soğuyunca ellerine geçirdikleri eldivenler mi hissizleştirmişti de dokunup hissedememişlerdi? Yüzlerine çarpan neydi? İki çift söz müydü yoksa bir türlü arkalarına alamadıkları rüzgar mıydı?

Derin bir nefes aldı. Kısa bir süreliğine gözlerini kapadı. O rüzgarı hissetmeyi denedi. Duymayı denedi. Etrafta dönüp dolaşan onca sese kulaklarını tıkayarak iyi mi etmişlerdi? Özgürler miydi? Her şeyden önce özgürlük neydi? Yukarı bakıp Ay ve yıldızları tüm çıplaklığıyla görebilmek mi yoksa birilerinin gözlerinin içine bakıp kendisini görebilmek mi? Bir an durdu ve düşündü ' Büyüdük mü biz yoksa küçücük mü kaldık?'.

Kulağımıza gelen tüm sesleri duyabildik mi ya da sesimizi herkese duyurabildik mi? Kızgın mıyız üzgün mü? Güvende miyiz? Korkuyor muyuz yoksa? Duvara mı yaslamalı sırtı yoksa karanlıkta gözler kapalı mı beklemeli? Bir sesi var mı sessizliğin de?

Pişman olmadan öğrenemeyiz biz. Ya kızgınlıklar büyütür insanı ya kalplere sığmayan sevgiler. İnsanız biz. Kaçarak mı kurtuluruz, korktuğumuz için kaçamaz mıyız yoksa. Lanet eder sonra lanet ettiğimize lanet ederiz biz. Volkanın ağzından korkarız, asıl yakanın onun içindeki lavlar olduğunu bile bile. Bir de öyle bir aklarız ki sevdiklerimizi. Jüri*nin karşısına çıkarmaya cesaret edemeyiz. Sonra saklanırız her şeyin arkasına; kahkahalar, umutlar, geceler, rüyalar... Hep sevmedik mi zaten kahkahalara üzüntü gizlemeyi. Ne kadar kahkaha atsak o kadar da özlemedik mi? Yalnızlıktan almadık mı zaten tüm gücümüzü? Zaten bu yüzden göz göze gelmekten hep korkmadık mı? Hep var mıydık yoksa hiç olmadık mı? Sevilmeyi sevmeye tercih etmedik mi zaten biz insanlar? Kelime haznemizi zorlayarak ballandıra ballandıra anlattığımız bir hikaye miydik yoksa sadece? Yoksa söylemeye kıyamadığımız tek bir kelime miydik?

Bu kadar çok sorunun cevabı mıydık biz? Yoksa tüm bu soruları yaratan, ilk adımlarını yeni atmış, etrafını keşfetmeye çalışan, düşüp de canı yanmayan, doktorla ve iğneyle korkutulan, karanlıkta uyuyamayan, karnı toksa da sevgiye açlığından ağlayan, kıskandığında evi birbirine katan, eline kalem geçti mi evin duvarlarını karalayan, gece yatağa girer girmez o günü unutan, rüyalarında bile mutlu olan, sabah da her şeye yeniden başlayan küçük bir çocuk muyduk?

Biz bize yeteriz demeye bir türlü cesaret edemedik. Yetemezdik de zaten. Yerden bir taş alıp havaya atıp kendimizi yaraladığımızda koşup ağlayacağımız birileri lazım. Çocuğuz biz. Çocuk masumdur. Affeder ama unutmaz. Koşarken ne kadar düşerse düşsün, canı ne kadar yanarsa yansın koşmaya devam eder. Hayallerine koşar, umutlarına koşar. Çok isteyip de alamadığı o oyuncağa koşar. Temiz kalplidir ama yaramazdır. Onun için önemli olan her şeyi ceplerine doldurur. Hayallerini, umutlarını korkularını, hatıralarını, oyuncaklarını. En değerli şeylerini elini ilk attığı cebine koyar. Çocuk, en değer verdiği şeye çabucak ulaşmak ister.

Birer masal kahramanı mıydık biz yoksa? Gece başka gündüz başka olanlardan. Gündüzleri güçlüydük. Üstüne basıp yükseldiklerimizle güçlüydük. Geceleriyse yalnızdık. Savunmasızdık geceleri. Hep gece ağlamadık mı? Sabahları kahkahalara gömdüğümüz gözyaşları gece dirilmedi mi?

Gözlerimiz kapalı koştuk. Duvara çarpınca da şaşırdık. Hep iki parçaya bölünmedik mi zaten biz? Bir yanımız üzgün, pişman, güçsüz, sevgi dolu. Diğer yanımız acımasız, kalpsiz, ukala ve öfke dolu.

Binlerce cümle kurduk ama hiç birine de sığamadık.

27 Eylül 2015 Pazar

11) Konuşmadığımız Şeyler Var*

Ruhuna dokunulan ilk andan beri kalbinin kapıları ardına kadar açıktı. Hiç yalan söylemedi. Farklı yollardan aynı şeyleri anlattı. Hiçbir şey saklamadı. Ne var ne yoksa söyledi. Ama kalbinden geçenleri... Bir gün geldi ve karanlıkta kayboldu. Ve kendini her gün kokladığı o kokuları alamayacağı bir yerde buldu. Toz pembe hayatın tuzla buz olduğu, kalbin susup aklın konuştuğu, yalnızlıkla sonsuzluğun buluştuğu, hayat denen mücadelede tam da duvarların kırılıp yok olduğu yerde... Konuşmadığımız şeyler var*...

5 Eylül 2015 Cumartesi

10) Kağıt

Bir kağıt parçasıydı sadece. Başlıklarla doluydu. Devamı olmayan reklam kokan başlıklarla. Sildiler. Şarkılar yazdılar üstüne. Gece oldu üzerine kahve döktüler. Kenarından bir parça koparıp notlar yazdılar ve başkalarıyla buluşturdular. Kızdılar, buruşturup kenara fırlattılar. Zaman geçti, yerden alıp elleriyle düzelttiler. Anılarını yazdılar. Ağlayıp gözyaşlarını damlattılar. Anılar ağırlaşınca üzerini karaladılar. Kendilerini sorguladılar. Dilekler dileyip üzerine yazdılar. Katlayıp ceplerinde taşıdılar. Ormanda koşarken yere düşürdüler ve nereden geldiğini gördü kağıt, bir daha o yeşile ait olamayacağını anladı. Kaybettiklerini anladıklarında ormanı aradılar. Ve onu kirler içinde buldular. Yırtıp attılar ve arındılar(!). Jüri* haklıydı ve onu birinci yaptılar.