Bu Blogda Ara

30 Eylül 2015 Çarşamba

12) Eski Notlar, Yeni Notlar ve Hiç Olmayanlar

Eline kalemini aldı ve bir şeyler karalamaya başladı. Tarih atmadı. O tarihler değil miydi zaten onu bu denli yazmaya iten ? O tarihlerde kırmamışlar mıydı elde ne var ne yoksa? Bu kadar gözü kara bu kadar cesurlar mıydı? Yoksa sadece korkmuşlar mıydı kaybetmekten, paylaşmaktan? Havalar soğuyunca ellerine geçirdikleri eldivenler mi hissizleştirmişti de dokunup hissedememişlerdi? Yüzlerine çarpan neydi? İki çift söz müydü yoksa bir türlü arkalarına alamadıkları rüzgar mıydı?

Derin bir nefes aldı. Kısa bir süreliğine gözlerini kapadı. O rüzgarı hissetmeyi denedi. Duymayı denedi. Etrafta dönüp dolaşan onca sese kulaklarını tıkayarak iyi mi etmişlerdi? Özgürler miydi? Her şeyden önce özgürlük neydi? Yukarı bakıp Ay ve yıldızları tüm çıplaklığıyla görebilmek mi yoksa birilerinin gözlerinin içine bakıp kendisini görebilmek mi? Bir an durdu ve düşündü ' Büyüdük mü biz yoksa küçücük mü kaldık?'.

Kulağımıza gelen tüm sesleri duyabildik mi ya da sesimizi herkese duyurabildik mi? Kızgın mıyız üzgün mü? Güvende miyiz? Korkuyor muyuz yoksa? Duvara mı yaslamalı sırtı yoksa karanlıkta gözler kapalı mı beklemeli? Bir sesi var mı sessizliğin de?

Pişman olmadan öğrenemeyiz biz. Ya kızgınlıklar büyütür insanı ya kalplere sığmayan sevgiler. İnsanız biz. Kaçarak mı kurtuluruz, korktuğumuz için kaçamaz mıyız yoksa. Lanet eder sonra lanet ettiğimize lanet ederiz biz. Volkanın ağzından korkarız, asıl yakanın onun içindeki lavlar olduğunu bile bile. Bir de öyle bir aklarız ki sevdiklerimizi. Jüri*nin karşısına çıkarmaya cesaret edemeyiz. Sonra saklanırız her şeyin arkasına; kahkahalar, umutlar, geceler, rüyalar... Hep sevmedik mi zaten kahkahalara üzüntü gizlemeyi. Ne kadar kahkaha atsak o kadar da özlemedik mi? Yalnızlıktan almadık mı zaten tüm gücümüzü? Zaten bu yüzden göz göze gelmekten hep korkmadık mı? Hep var mıydık yoksa hiç olmadık mı? Sevilmeyi sevmeye tercih etmedik mi zaten biz insanlar? Kelime haznemizi zorlayarak ballandıra ballandıra anlattığımız bir hikaye miydik yoksa sadece? Yoksa söylemeye kıyamadığımız tek bir kelime miydik?

Bu kadar çok sorunun cevabı mıydık biz? Yoksa tüm bu soruları yaratan, ilk adımlarını yeni atmış, etrafını keşfetmeye çalışan, düşüp de canı yanmayan, doktorla ve iğneyle korkutulan, karanlıkta uyuyamayan, karnı toksa da sevgiye açlığından ağlayan, kıskandığında evi birbirine katan, eline kalem geçti mi evin duvarlarını karalayan, gece yatağa girer girmez o günü unutan, rüyalarında bile mutlu olan, sabah da her şeye yeniden başlayan küçük bir çocuk muyduk?

Biz bize yeteriz demeye bir türlü cesaret edemedik. Yetemezdik de zaten. Yerden bir taş alıp havaya atıp kendimizi yaraladığımızda koşup ağlayacağımız birileri lazım. Çocuğuz biz. Çocuk masumdur. Affeder ama unutmaz. Koşarken ne kadar düşerse düşsün, canı ne kadar yanarsa yansın koşmaya devam eder. Hayallerine koşar, umutlarına koşar. Çok isteyip de alamadığı o oyuncağa koşar. Temiz kalplidir ama yaramazdır. Onun için önemli olan her şeyi ceplerine doldurur. Hayallerini, umutlarını korkularını, hatıralarını, oyuncaklarını. En değerli şeylerini elini ilk attığı cebine koyar. Çocuk, en değer verdiği şeye çabucak ulaşmak ister.

Birer masal kahramanı mıydık biz yoksa? Gece başka gündüz başka olanlardan. Gündüzleri güçlüydük. Üstüne basıp yükseldiklerimizle güçlüydük. Geceleriyse yalnızdık. Savunmasızdık geceleri. Hep gece ağlamadık mı? Sabahları kahkahalara gömdüğümüz gözyaşları gece dirilmedi mi?

Gözlerimiz kapalı koştuk. Duvara çarpınca da şaşırdık. Hep iki parçaya bölünmedik mi zaten biz? Bir yanımız üzgün, pişman, güçsüz, sevgi dolu. Diğer yanımız acımasız, kalpsiz, ukala ve öfke dolu.

Binlerce cümle kurduk ama hiç birine de sığamadık.

27 Eylül 2015 Pazar

11) Konuşmadığımız Şeyler Var*

Ruhuna dokunulan ilk andan beri kalbinin kapıları ardına kadar açıktı. Hiç yalan söylemedi. Farklı yollardan aynı şeyleri anlattı. Hiçbir şey saklamadı. Ne var ne yoksa söyledi. Ama kalbinden geçenleri... Bir gün geldi ve karanlıkta kayboldu. Ve kendini her gün kokladığı o kokuları alamayacağı bir yerde buldu. Toz pembe hayatın tuzla buz olduğu, kalbin susup aklın konuştuğu, yalnızlıkla sonsuzluğun buluştuğu, hayat denen mücadelede tam da duvarların kırılıp yok olduğu yerde... Konuşmadığımız şeyler var*...

5 Eylül 2015 Cumartesi

10) Kağıt

Bir kağıt parçasıydı sadece. Başlıklarla doluydu. Devamı olmayan reklam kokan başlıklarla. Sildiler. Şarkılar yazdılar üstüne. Gece oldu üzerine kahve döktüler. Kenarından bir parça koparıp notlar yazdılar ve başkalarıyla buluşturdular. Kızdılar, buruşturup kenara fırlattılar. Zaman geçti, yerden alıp elleriyle düzelttiler. Anılarını yazdılar. Ağlayıp gözyaşlarını damlattılar. Anılar ağırlaşınca üzerini karaladılar. Kendilerini sorguladılar. Dilekler dileyip üzerine yazdılar. Katlayıp ceplerinde taşıdılar. Ormanda koşarken yere düşürdüler ve nereden geldiğini gördü kağıt, bir daha o yeşile ait olamayacağını anladı. Kaybettiklerini anladıklarında ormanı aradılar. Ve onu kirler içinde buldular. Yırtıp attılar ve arındılar(!). Jüri* haklıydı ve onu birinci yaptılar.

4 Eylül 2015 Cuma

9) Kısa Rüyalar ve Korkusuzlar

Kimliklerini ceket gibi attılar omuzlarına, sonra havalar ısındı çıkarıp portmantoya astılar. Sonra aradılar durdular mücevherlerini. Ceketlerinin cebinde unuttuklarını düşünmediler. Parmaklıkların arkasında durdular. Korkmadılar hapsolmaktan ve yine korkmadılar hapsetmekten, hem içeri hem de dışarı hapsetmekten. Kızgındılar hiçliğe. Kırgındılar ve yorgundular. Memnundular her günün kazananı olmaktan. Uzadılar daha da uzadılar. Ve bulutlara çıktılar. Saçlarından boyunlarına kadar buluta bulandılar. Bulandıkça bulanıklaştılar. Ve görmediler yeryüzünde verilen savaşları. Kıyameti kopardılar, önce külleri üfleyip bir çöl yarattılar sonra alıp sazı ellerine kısık melodilere denizleri sakladılar. Mısır tarlalarında koşuşturup saklambaç oynadılar. Mum ışığından maskeler yapıp sattılar. Çok para kazandılar. Kış geldi ısınmak için deste deste para yaktılar. Isınamadılar. Parmaklıklar ardındaki hayvanlara yem attılar, sokaktaki aç kediye burun kıvırdılar. Biri kovaydı biri de sapı. Kuraklıkta bir damla su taşıyamayıp kırıldılar. Kendi durdurdukları zamanda kayboldular. Kum saatiydiler, hep aşağıdan yukarı akan bir kum saati. Yağmur yağarken yorganlarının altında saklandılar. Yağmur dindi ve susadılar. Upuzun birer duvardılar her renge boyandılar. Ama maviye boyanmayacak kadar da korkusuzdular. Ve sadece kısa birer rüyaydılar.

31 Ağustos 2015 Pazartesi

8) Eski Bir Tanıdık

      Koca bir kalabalığın ortasında karşılaştım onla. Eski bir tanıdık. En eskilerden. Hani şu adı ve soyadından daha çok içini bildiklerinizden. Tanımak çok uzun zamanımı aldı ama tanıyınca da tüm taşlar yerine oturdu. Kimdi? Cevaplanamayan bir soruydu her şeyden önce. İç dünyası koca bir kurgu olup hayatı bu denli normal yaşayan bir insan daha olamazdı. O kadar aitti ki bu dünyaya ve o kadar sahipti ki kendi dünyasına. Korkardı ama bir o kadar da; hem bu dünyaya tıkılıp kalmaktan, hem de bu dünyada unutulmaktan. Hep ortadaydı. Hep iki fikrin ortasında dengede kalmak zorunda kalırdı eskiden beri. Denge. Evet, denge. Ve sınırlar. Sınırları vardı evet. Ben kendimi bildim bileli o sınırları aşma oyununu oynar. O çizgiyi geçmeye çalışır, çizgiye basınca da 'ah be bak yine yandım' der gülerdi. Sonra oyununa en baştan başlar. Her seferinde sanki ilk kez oynuyormuşçasına heyecanlanırdı. Bir dengedir tutturmuş, değişikliklerden korkardı. En çok da insanların değişmesinden... Onlar değişmesin diye kendi değişirdi fark ederdim ama söylemezdim. Söyleseydim keşke derim hâlâ ama bir türlü cesaret edemem. En çok da zamansızlığını severdim. Birden öyle bir şey hatırlardı ki zamanı durduruverirdi. Bazen beni bile ağlattığı olurdu. Ama bir o kadar da güldürürdü. Bazen o kadar düşünceli olurdu ki zamanda kaybolurdu. Bazen de öyle bir meşgul olurdu ki ben konuşur bir sürü şey anlatırdım o işini yaparken. Ne anlattıklarımı duyar ne de benim orada olduğumu fark ederdi. Ben de o görmeden okuduğu kitapları karıştırır altını çizdiği yerleri okur duygularını anlamaya onu daha iyi tanımaya çalışırdım, zaman akıp giderdi. Bazen  o fark etmeden ben de çizerdim kitaplarındaki bazı satırları, dönüp okuduğunda anlasın benim orada olduğumu yalnız hissetmesin diye. Anlardı da. O fark eder etmez haberim olurdu. O satırları da neden çizdiğini bilirdim. Bana anlattıklarıyla bağdaştırır ama sessiz kalırdım. Anladığımı bilse çizmezdi onun iç dünyasını gerçek anlamda anlamamı sağlayan o satırları. Ve o kalabalığın arasında bana benim kadar yakın olamazdı...

28 Ağustos 2015 Cuma

7) Bizim Zamanımızda

'Bizim zamanımızda' kavramı vardır ya, çok uzakmış gibi geliyor bana. Acaba ben de 'bizim zamanımızda' larla başlayan o cümleleri kuracak mıyım diye düşünüyorum bazen. Ailenin tüm gençlerini etrafıma toplayıp "Bizim zamanımızda tasolar vardı siz bilmezsiniz. Hazine gibi biriktirir saklardık. Onlara hem çocuğumuz gibi bakar hem de tüm çocukluğumuzu sığdırırdık. Gerçekçiydik herşeyden önce. Mahallenin o 'servis sağlayıcısı' ndan o ender rastlanan tasoya karşılık sıradan bir tasoyu değiş tokuş edebilmeyi beklemezdik. Eğer istiyorsan 3-5 tasonu feda ederdin o en kıymetli şeye ulaşmak için. Biz öyle büyüdük. Daha doğrusu arkadaşlarım öyle büyüdüler. Önce 1 taso için 5 tasolarını feda ettiler. Sonra o insanlar büyüdü önce 1 dersi kurtarabilmek için 5 dersi feda ettiler daha da büyüdüler ve 1 kişi için 5 kişi feda ettiler. Gerçekçiler en nihayetinde. Ben reddettim o gerçekçiliği ve o gülerek izlediğim gerçekçiler geldi sardı dünyamı. Varlığı belirsizler* hiçbir zaman bi rüyadan daha gerçek olamadılar" diyecek miyim?

27 Ağustos 2015 Perşembe

6) Yalnızlık

   Yalnızlık emek ister. Çok sevmelisin bi' kere. Hiçliği çok sevmelisin. Geceyi çok sevmelisin. Söyleyemediklerini dinleyebilmeli, bir araya getirdiğin küçük harflerle büyük harfler çizebilmelisin. Her nefeste farklı bir tat alabilmelisin. Kimi nefeste geçmişi koklayabilmelisin. Elini cebine attığında geceleri dökebilmelisin. Tek bir zamirin var: Ben. Biz diyemezsin. Tek zamirle çoğulsundur, başkaları tüm zamirlerle bir 'sen' olamazken. Sen içinde biriktirdiklerinle 'onlar' olmalısın.
Gözlerini kapadığında bir defteri doldurabilmelisin. Gece uyuyup gündüz uyanırken gündüze uyuyup geceye uyanabilmelisin. Bir kalemle bağırırken bir kelamla susabilmelisin. Süreyanın aşkındaki gibi ikiye bölünmez gökyüzün. Çünkü tek kişisin. Parmak uçlarında yaşar yalnızlığın, neye dokunsan yok olur. Neyin var neyin yoksa bir nefesle bulutlara karışır. Nefes almaz nefes verirsin, bir şeyler almaya alışık olmadığından. Her gün yeni bir milattır. Oyunbozan oyunbazlardansındır. Ezber bozmayı ezberlediğinden, sen yapar sen bozarsın.

5) Ben

Ben söyledim
Ben kolladım
Ben geldim
Ben uyandım
Ben dinledim
Ben hissettim
Ben çizdim
Ben yazdım
Ama başkası oynadı.

4) Koku

İnsanları kokularından tanırım.
Kimi özlem kokar
Kimi yalnızlık kokar
Kimi huzur kokar
Kimi bulut kokar
Kimi yağmur kokar
Kimi telaş kokar
Kimi hiçlik kokar
Kimi umut kokar
Kimi de toprak kokar
Hiçbiri sonsuzluk kokamadı gitti

3) Ana Kural

    Çoğunlukla farkında olmuyoruz ama Dünya'nın belli kuralları var. Başladığı noktaya geri dönmek gibi mesela. Koskoca Dünya yaklaşık 4.5 milyar yıldır tam olarak bunu yapıyorken biz, şu küçük bedenler nasıl olacak da bu kanuna karşı geleceğiz? Bununla yaşamayı öğrenmek gerek.

2) Oda

   Kalp dedikleri şey iki çeşitten ibaret oldu hep benim hayatımda. Evlere benzettim hep. Kimisinde çok oda var, ağzına kadar dolu onlarca oda. Dışarıdan bakıldığında ferah bir köşk gibi görünürler. Bana da bir oda vardır diyerek koşarsın. İçeri girersin ve bakarsın; ya ufacık bir odada kaybolmuşsun ya da sana ayrılan küçücük bir oda bile yoktur. Dışarıda kalırsın, ama sahiplenir bahçesinde yaşarsın. Bahçede yaşamak da en zahmetlisi, dört mevsimi yaşayacaksındır çünkü. Kimisinin kalbi de 2-3 odadan ibarettir. Küçük ama sıcak bir yuva sanar kendini evin kapısında bulursun. İçeri girer ve bir odaya yerleşirsin. Mutlusundur, başını sokacak bir evin olduğu için şanslısındır. Ta ki kirada oturduğunu fark edene kadar. Hani vardır ya o gaddar ev sahipleri, hani o Almanya'dan oğlu gelenler. Ve o oda... Hiç senin olmayan ama hep seninmiş gibi bağlandığın ve kendini kapısının önünde bulduğun...

26 Ağustos 2015 Çarşamba

1) Karanlık





          Nasıl korkardım karanlıktan. Odamın tavanında fosforlu yıldızlar, gezegenler vardı. Yorganın altına değil,o cılız ışıklarına saklanırdım. Çocuk aklı ya işte odanın en karanlık köşesinde beklerdi beni tüm kötülükler. Sonra büyüdüm, o kötülükler önce odama sonra sokaklara sonra tüm dünyaya yayıldı. Bense gerçek yıldızların ardına saklanmaya başladım. Ve geceye. Karanlıktan korktum geceye saklandım. Ona anlattım tüm olanı biteni. Ben anlattıkça yağmur yağdı. Bana en gerçek cevapları da gecenin karanlığı verdi. İşte o zaman anladım neden karanlıktan korktuğumu, karanlıktan değil gecenin yüzüme vurduğu gerçeklerden korkuyormuşum. Şimdi ise bir tek geceye inanıyorum. Güneş doğduğunda her şey ne kadar da sahte...